Gecikti bu yazı. İş yoğunluğu, seyahat fazlalığı, etkinlik kalabalığı ya da ilham eksikliği değildi
sebebi. Biraz kararsızlık, biraz da kıyamamaktı sanki. Son iki ayda çok gezdim, çok gördüm.
Bükreş, Alaçatı, Viyana, Bratislava, Brüksel, Lüksemburg, İstanbul derken, kalakaldım,
kalemim durdu, kelimeler sustu. En sevdiğimi, en etkilendiğimi seçeyim derken günler geçti.
Beni büyüleyenleri ikiye düşürdüm, yetmedi. Önce birine kıyamadım, sonra diğerine. Bir
sabah uyandım Viyana’yı yazayım diye, akşam kalemimden Alaçatı döküldü. Sonunda gönlüm
ikisini birden “yaz” dedi, yazdım… O da olmadı… 7-8 Nisan’da düzenlenen 3. Alaçatı Ot
Festivali, baharın müjdesini verirken; kekik kokusu, Mozart’ın 40. Senfonisi’ne, Grinzinger
şarabının rayihası, karabaş otunun moruna, arabın saçı leziz Viyana Şinitzeli’ne karıştı. Bir
duydum ki; Johann Strauss çalıyor, şevketibostanlar, cibesler, labadalar söylüyor… Bir baktım
ki bembeyaz Lipizzaner atları dans ederken, enginarlar, kuşkonmazlar, sütotları onlara eşlik
ediyor… Bir gördüm ki otlar vals yapıyor, bir cümbüş, bir curcuna, ikisinin de hakkı yeniyor;
bıraktım Alaçatı’yı bir kenara, Viyana’ya anlatayım istedim doya doya…
Nisan geldi mi kaçarım ben… Her yıl Nisan ayının ilk haftasonu, geleneksel olarak düzenlenen
Alaçatı Ot Festivali ile başlarım; 23 Nisan, 1 Mayıs ya da 19 Mayıs’ı haftasonuna katık
edip maaile gittiğimiz 1-2 Avrupa şehri ile bitiririm kışa vedamı… Beden Ankara’da, yürek
Alaçatı’dayken bir başka heyecan, bir başka telaş, bir başka hazırlık başlar her yıl… Bu yıl
da Bratislava diye başladı telaş, “Bratislava’ya en kolay Viyana’dan geçilir” diyerek Ankara-
Viyana biletleri alındı, okudukça, araştırdıkça o hiç de istenmeyen, çok da önyargıyla bakılan
Viyana’ya duyulan merak her geçen gün arttı… Ve bir başka rota, bir başka seyahat başladı.
Viyana’ya THY’nin sabah 10 uçağı ila Ankara’dan direkt uçuyoruz. Haftalar öncesinden
ayarladığım ve internet üzerinden parasını bile ödediğim özel taksimiz tarafından karşılanıp,
konforlu Mercedes Vito aracımız ile Viyana’nın merkezine doğru yola çıkıyoruz. Yine aylar
öncesinden internetten bulduğum şehrin tam da merkezindeki evimizi elimizle koymuşuz
gibi buluyoruz. Ev sahibemiz dünyalar tatlısı Liska ile biraz kahve, bolca sohbetin ardından,
Viyana’nın kalbi Stephansplatz’da alıyoruz soluğu. Zaten Viyana şehir turuna başka bir yerden
başlamak akla bile gelmemeli. Şehrin adeta simgesi olan katedral Stephansdom Viyana’da
yapılan ilk bina, bu güzel şehrin en eskisi… 3. en eskisi ise Grünangergasse 1 numara yani
bizim kaldığımız devasa dairenin olduğu apartman. 2.’yi çok soruyorum, bulamıyorum.
Aç karınlar için Cafe Diglas’da bira, sosis ve leziz apfelstrudelleri mideye indirdikten sonra
meşhur Fiaker faytonu ile bir tur atıyouz. Frak giymiş, papyonlu, bembeyaz eldivenli,
simsiyah çizmeli faytoncularla kendimizi bir başka diyarda, bir başka zamanda hissederek
bu kısacık tur boyunca Viyana’ya ilk günden hayran kalıyoruz. Turumuz sırasında, yaklaşık
yarım saatliğine tüm motorlu taşıtlar ve faytonlar için trafik duruyor. Öğreniyoruz ki; hayvan
hakları savunucuları kürk protestosu yapıyorlarmış. Bizdeki protestolardan eksiği tabii
ki, korna sesi, polis, tank, cop ve biber gazıydı. Sanıyorum, “Kanuni Sultan Süleyman, iyi
ki alamamış Viyana’yı” dediğim ilk an bu oluyor. Ardından biraz alışveriş, Mozart’ın Evi,
kiliseler, meydanlar derken Figlmüller’de alıyoruz soluğu. Dar bir pasajın içinde, önünde
metrelerce sıra olan Figlmüller 1905’den beri Viyana’nın en meşhur şinitzel restaurantı;
şehrin hemen merkezinde Wollzeile 5 numarada… Talep yoğunluğundan dolayı açılan kardeşi
ise Backerstrasse’de ama ben yine klasikten şaşmıyorum ve Wollzeile’deki Figlmüller’de
5 kişilik rezervasyonumuzu haftalar öncesinden yaptırıyorum. Figlmüller, öyle saatlerce
oturacağınız bir mekan değil, yemeğinizi yiyip kalkacaksınız ki, kuyrukta bekleyen başka
birilerine sıra gelsin. Şinitzelinizi ister vom Schwein yani domuz eti, ister vom Huhn yani
tavuk olarak alabilirsiniz burada; maalesef dana şinitzel yok menüde. Tatlı patates salatası
şahane, şaraplar inanılmaz… Saat 20.00’deki rezervasyona 20.01’de gittiğimizde masamızı
kaçırmak üzereyiz; popülaritesini siz düşünün ve giderseniz 32 cm çapındaki dev şinitzelleri
görüp hiç şaşırmayın.
Bunca yemekten sonra “Ya 40 adım atmalı ya sırtüstü yatmalı” diyerek başka bir seçeneğimiz
olmadığı için şehrin en meşhur caddesi Karntner Strasse’den aşağı doğru yürüyoruz ve
meşhur Hotel Sacher’in içinde bulunan Cafe Sacher’e geliyoruz. Ünü çoktan Avusturya’yı
aşmış bu şık cafede yine ünü çoktan Avusturya’yı aşmış ama sırrı 1832’den beri saklı kalmış
Sacher tortenin tadına bakıyoruz. Çikolata ve kayısı reçelinin harmonisiyle oluşan bu harika
lezzeti “Wiener Melange” yani sütlü kahve ile taçlandırıyoruz. .
Ertesi gün büyük gün… Önce Cafe Central’de kahvaltı planımız var ama günlerden Pazar
olduğu için Cafe Central saat 10’da açılıyor. Anne ve babayı, ılık bahar güneşi altında bir
bankta bırakıp fırlıyoruz, şehrin daha çok noktasını görebilmek için koşturmaya… Judenplatz
yani Yahudi Meydanı’na geliyoruz. Meydanda Rachel Whiteread’in elinden çıkma ‘Soykırım
Kurbanlarına Anıt’ var. 1938 – 1945 yılları arasında Naziler tarafından öldürülen 65.000
Avusturya Yahudisi’nin anısına dikilen anıt, ters çevrilmiş bir kütüphaneyi andırıyor yani
kitaplar içeri doğru bakıyor. Anırın çevresine, Avusturya Yahudileri’nin gönderildikleri
kampların isimleri var. Üzgün, mahzun ayrılıyoruz anıtın yanından…
Cafe Central açılmadan kapısında biriken kuyruktan, kapıların açılmasıyla birlikte büyük bir
alkış kopuyor. Hayatımda gördüğüm en şık kahvaltı sofrası, yediğim en yumuşak ekmek,
en leziz reçel ve en şahane croissantı burada yiyorum ve en güzel kahveyi bu zarif ve klasik
cafede içiyorum… İçerken de düşünüyorum; müdavimlerinden biri olan Adolf Hitler, Viyana
Sanat Akademisi tarafından reddedilmeden önce tablolarını satmak için buraya gelirmiş.
Acaba tablolarındaki “az insan” nedeniyle Hitler’in başvurusu reddedilmeseydi, tarih farklı
mı yazılırdı? Az önce gezdiğim Soykırım Anıtı’nın çevresindeki Auschwitz, Belzec gibi kamp
isimleri coğrafyada sıradan bir şehir ismi olarak mı kalırdı?
Kahvaltının ardından, hızlı adımlarımız bizi İspanyol Binicilik Okulu’na götürüyor. Burası 18.
yüzyılda inşa edilmiş bir Barok başyapıtı. Avrupa’nın en eski at ırkı olan Lipizzaner atları,
geçen yılki Slovenya seyahatim sırasında ziyaret ettiğim Lipica’da yetiştiriliyor. Bu atlara
17. yüzyıldan beri değişmeyen yöntemlerle, zarif bir şekilde yürümeleri ve dans etmeleri
öğretiliyor. Yeleleri örülen, altın rengi fiyonklarla süslenen atlar, Viyana valsleri eşliğinde
gösteriler yapıyor ve kendilerine frak, şapka ve bot giyen binicileri eşlik ediyor. Biniciler içeri
girdiklerinde izleyiciler arasında bulunan beyefendiler şapkalarını çıkarıp, ekibi selamlıyor ve
bu jestin nedeni gösteri başlayınca anlaşılıyor. Biletler aylar öncesinden satın alınıyor. Öyle
ucuz falan değil biletler; aksine pahalı, çok pahalı… 23 Eurodan başlayıp 130 Euro’ya kadar
farklı kategorilerde bilet alabiliyorsunuz. Biz 45 Euroluk alanda oturuyoruz ama her centine
değiyor. Büyüleniyor, hayran kalıyor, aşık oluyor, duygulanıyor, gözlerimize inanamıyor
ve şaşkınlıktan 5 karış açık ağızlarımızla inanılmaz bir 1.5 saat geçiriyoruz. Bir insanın bile
zorlanacağını dans figürlerini bir attan izlemek, binicilerin huysuzluk yapan atlara olan
sabrını, ilgisini ve sevecenliğini görmek, binanın duvarlarındaki, sütun ve tavanlarındaki
detaylara hayran olmak, Avusturya insanının dillere destan zarafetini ve disiplinini
gözlemlemek ve fısıldamak yeniden; “Kanuni, iyi ki alamamışsın Viyana’yı…” Kaçırmayın, kıyın
paranıza… Fırsatınız yoksa yaratın, paranız yoksa biriktirin ve bu şovu yerinde, dünya gözüyle
izleyen şanslı insanlardan biri olun…
Kentin en eski kilisesi Ruprechtskirche, Franziskanerkirche, Veba Sütunu, Hofburg Sarayı,
Michaelerplatz derken Viyana seyahatinin ilk etabına veda ediyoruz ve bizi Bratislava’ya
götürecek otobüsümüze biniyoruz. Bratislava, Slovakya’nın başkenti… Minicik, küçücük,
hediye paketi gibi bir şehir. Viyana’ya yaklaşık 50 km uzaklıkta ve bu ikisi, bu özellikleri ile
Avrupa’da birbirine en yakın iki başkent… Görülmesi gereken yerler arasında, Tuna Nehri’ne
hakim bir tepede yer alan Bratislava Kalesi, en meşhuru ve güzeli Gotik St. Martin Katedrali
olan onlarca kilise ve katedral, eski belediye binası ve illa ki huzurlu avlusu, neo-klasik bir
yapı olan Primate’s Palace ve bahçesindeki çeşme, Ortaçağdan günümüze kadar korunmuş
olan Michael’s gate, çeşit çeşit antika saat sergileyen ve şehrin en dar evi olan Saat Müzesi…
Bratislava’da ister yürüyerek, ister minik kırmızı tren ile şehri keşfedin, ana meydandaki
cafelerde oturun, daracık sokaklara atın kendinizi, tarihin içinde kaybolun, rengarenk
boyalı paskalya yumurtalarından satın alın, ister geleneksek bir Slovak resturantında (en
meşhuru Three Muskeeters), ister şehrin en iyi iki pizzacısından birinde (Gatto Matto ve Pizza
Mizza) kocaman pizzalar yiyin, her birinin ayrı bir hikayesi olan ve her köşebaşında karşınıza
çıkabilecek adam heykellerini selamlayın ve şehrin göbeğinde şahane bir butik olan Skaritz
Otel’de kalın…
Karayolu ile geldiğimiz Bratislava’dan Viyana’ya Tuna Nehri üzerinden dönüyoruz. Yine
haftalar öncesinden aldığımız biletlerimizle Twin City Liner’ın en ön sırasına kurulup,
Viyana’ya doğru yola koyuluyoruz. Yolculuk keyifli, Mavi Tuna’nın aslında kahverengi
olduğunu görmek enteresan…
Viyana’ya gelip konsere gitmemek söz konusu bile değil. Aylar öncesinden baksam da
maalesef Viyana Filarmoni’ye bilet bulamıyorum ama www.musikverein.at sitesi bir tık,
televizyonlarda izlediğiniz yeni yıl konserlerinin gerçekleştiği muazzam bina ve konser
salonları ise bir adım mesafede. Konser salonunun zarafeti, Viyanalıların şıklığı, müzisyenlerin
işlerine duyduğu saygı, Schubert ve Schumann nağmeleri, arada içilen bir kadeh şampanya,
yanında yenen çikolataya batırılmış bir kocaman çilek, genç piyanist Philipp Scheucher için
dakikalarca süren, bitmeyen bis… Fısıldıyorum: “Kanuni, iyi ki alamamışsın Viyana’yı…”
Konser çıkışında yine haftalar öncesinden rezervasyon yaptırdığım Griechenbeisl’e gidiyoruz.
22:10’daki rezervasyonumuz için tam 22:10’da içeri girince, organizatör ruhum ve titizliğim
nedeniyle babamın “Kızım, sen delisin” bakışları ile karşılaşıyorum. Griechenbeisl, Viyana’nın
en eski tavernası, tarihteki ilk kaydına 1447 yılında rastlanıyor. Taverna dendiğine bakmayın,
farklı odalardan oluşan çok katlı, büyük bir restaurant burası. Müzik Odası, Av Odası, Mark
Twain Odası, Yuvarlak Masa gibi isimleri var. Bizim rezervasyonumuz Müzik Odası’nda
yapılmış. Servis şahane, dana Şinitzel eşsiz, şaraplar olağanüstü, garsonların güleryüzü
paha biçilemez. Her köşesi tarih kokuyor. Kapının girişinde sergilenen top mermileri tabii ki
Osmanlı’nın 1529’daki 1. Viyana Kuşatması’ndan kalma… Görülmezse, fotoğrafı çekilmezse
olmaz oda ise Mark Twain odası. Mark Twain “1 Milyonluk Banknot” adlı kısa öyküsünü bu
odada yazmış. Odanın tavanında pek çok ünlünün imzası var. Mozart, Beethoven, Wagner,
Bismark, Pavarotti ve Johnny Cash ilk göze çarpanlar… Unutmadan, hepimizin bir zamanlar,
bir yerde duyduğu meşhur “Oh, du lieber Augustin” adlı şarkıyı Marx Augustin 1679 yılındaki
büyük veba salgını sırasında burada yazmış ve söylemiş.
Ertesi gün Viyana’da son günümüz… Kahvaltı’yı kardeşimin önerisi ile meşhur Cafe
Landtmann’da yapıyoruz. Son alışverişler, siparişler derken saat 12’de Ankeruhr adlı
hareketli saati izlemeye gidiyoruz. Saatin içinde 12 tarihi figür var, her bir figürü saat
başlarında görmeniz mümkün ancak tüm figürlerin toplu geçişi saat 12’de… Savoy Prensi
Eugene, Roma İmparatoru Marcus Aurelius, İmparatorice Maria Theresa ve Joseph Haydn
figürlerden bazıları. Bu hareketli saat her ne kadar Münih’teki Marienplatz’da izlediğiniz
Glockenspiel ile kıyas kabul etmese de izlemeye değer.
Vaktimiz olmadığı için Viyana’daki pek çok müze içinden en çok görmek istediğimizi yani
Güzel Sanatlar Müzesi (Kunsthistorisches)’ni seçiyoruz. Muazzam eserler, Habsburg
İmparatorluğu’nun kültürel zenginliğini günümüze taşıyan şahane sergilerden sonra bu
müzenin bir parçası olan Neue Burg’a geçiyoruz. Ünlü bestecilerin müzik aletlerini ve eski
silahları sergileyen kısmı gezdikten sonra aşağı kattaki Efes Müzesi’ne geliyoruz. Burada,
1866 yılından bu yana Efes’teki kazılarda çalışan Avusturyalı arkeologların gün ışığına
çıkardıkları eserlerden parçaları görüyoruz. Bize ait tarihi ve kültürel mirası bir başka ülkede
para vererek görmek tuhaf geliyor. Biraz üzgün, biraz kızgın çıkıyoruz müzeden…
Herkesi bir cafede bırakıp, Viyana’nın olmazsa olmazı Hundertwasser tarafından tasarlanan
rengarenk ve tuhaf Hundertwasser Haus’da alıyorum soluğu. En yakın metro istasyonundan
buraya yürümek bile soluksuz bırakıyor beni. Tavsiyem metrodan inip, hiç vakit kaybetmeden
taksiye binmeniz ya da daha kolay bir yolunu bulmanız. Dalgalı dış cephesiyle dikkat çeken
Hundertwasser Haus’daki 52 apartman dairesi, parlak boyalı kiremitler, seramikler ve soğan
kubbelerle dekore edilmiş, içinde ağaç bulunan daireler bile var. Rengarenk, yemyeşil bu
binanın alt katındaki teras cafede oturmaya vaktim olmadığına hayıflanarak, birkaç hediyelik
eşya alıp Kunsthaus Wien’e doğru yürümeye başlıyorum. Burası da yine aynı sanatçının bir
başka eksantrik eseri; müze olarak kullanılan bu bina, Hundertwasser’in renkli çalışmalarını
ve çağdaşlarının geçici sergilerine ayrılmış.
Karşılarında kendimi bir masal kahramanı gibi hissettiğim Hundertwasser’in evlerine veda
ediyor ve annemlerle buluşup, son günümüzün son saatlerini daha çok Viyanalıların tercih
ettiği Cafe Prückel’de bir şeyler atıştırarak geçiriyoruz ve aynı gün THY’nin 19:45 İstanbul
aktarmalı uçuşu ile Ankara’ya dönüyoruz.
O merak etmediğim, görmek istemediğim, pek çok önyargıyla gittiğim Viyana’ya hayran
kalıyorum. Büyüleniyorum, doyamıyorum. Yetmiyor Viyana bana. Hayatımda ilk kez bir
başkent büyük şehirleri sevmeyen kalbimde taht kuruyor. Papyonlu garsonlar, bembeyaz
eldivenli kapıcılar, fötr şapkalı faytoncular, güleryüzlü, yardımsever satıcılar, bir bluz,
bir pantolonla şık olabilen kadınlar geçiyor gözümün önünden… Viyana denince aklıma
zarafet, asalet ve nezaket geliyor. Vakit bulup gidemediğim MuseumsQuartier’i, Belvedere’i,
Schönbrunn’ü, Stadpark’ı, Prater’i, Dönmedolabı, Heuriger şarap bahçelerini, işkembeliden
çikolatalıya kadar gulaş servis eden GulaschMuseum’u ve daha neleri neleri bir sonraki sefere
bırakıyor ve fısıldıyorum; “Kanuni, iyi ki…”
Yazarımızın Viyana resimleri için tıklayın: https://www.facebook.com/media/set/?set=a.404926079544805.80350.140283129342436&type=3
Yazarımız Özlem Türktan’ı Twitter’da takip edebilirsiniz: http://www.twitter.com/oturktan