Her kadının farklı zamanlarda, farklı mekanlarda hayatına dokunan adamlar vardır…
Benim de var böyle adamlarım… Diğer kadınlardan farkım; bu adamların hepsi aynı zamanda, hepsi aynı anda, aynı mekanda hayatımda… Tam beş tane… Hayatıma dokunan, beşi birbirine benzemez, aslında beşi birbirinin aynı tam beş adam… Beşi de titiz, beşi de sadık, ben onlara daha sadık beş adam… Beşi de komik, ben onlardan daha komik, her biri bir diğerinden efendi, hepsi güleryüzlü, hepsi tokgözlü, hepsi alçakgönüllü beş adam…
Ortak noktaları çok fazla beş adam; beşi de zanaatkar; beşi de aynı cadde üzerinde; beşi de küçücük, camsız, penceresiz, güneşsiz dükkanlarında canla başla çalışan; şikayet etmeyen; şükreden; şükretmeyi bilen beş adam… Hepsi koca, hepsi baba beş adam…
Hemen her Cumartesimi onlara ayırırım ben… Bazen beşini birden görürüm, bazen bir ikisini bir sonraki haftaya saklarım… Bazen göremem onları, hastayımdır, şehir dışındayımdır; eksik hissederim kendimi ve yarım… En çok çay içmeyi severiz beraber; sohbet etmeyi, eskilerden konuşmayı, ülkeyi kurtarmayı… Dedikoduyu… Ben anlatırım, onlar dinler. Onlar anlatır, ben dinlerim… Güleriz beraber…
Tahir… Ersin… Murat… Zühtü… Orhan… Hayatıma dokunan beş adam…
Cumartesileri Tunalı Hilmi günümdür… Tahir’le başlarım; bir iki haftadır uğrayamamışsam “Sattın mı benim malları?” diye girerim kapısından içeri Yağmur Kuyumculuk’un… Başlar gülmeye, Tahir… Elinin emeği, gözünün nuru takılar yapar, takılar satar, takılar onarır; Kuğulu Pasaj’ın alt katındaki 15 metrekare dükkanında 1981’den beri… Koptu, diz… Çıktı, tak… Düştü, yapıştır… Uzun geldi, kısalt… Kısa geldi, uzat… Gümüşlerim, incilerim, kolyelerim, bileziklerim, boncuklarım, topazlarım, yüzüklerim, küpelerim, safirlerim, tahta, kumaş, plastik, deri, rengarenk, rengahenk tüm takılarım geçer Tahir’in elinden… Geçmiştir, son 30 yılda, bir günde, bir zamanda… Güleryüzlü karısı Keziban her daim yanında… Çayımı yudumlar, çıkarım Kuğulu Pasaj Alt Kat No 18/17’deki dükkandan…
Bir sonraki durağım Ersin’dir… Dikiş makinesine eğilmiş başı, her an yutacakmış hissi veren toplu iğnelerle dolu ağzıyla selamlar beni: “N’apıyoruz?” E, minyon kadın sendromu; boyunu kısalt, bel ince; belini daralt… Astarını değiştir, dizini ör, potluğunu al, söküldü dik, büyük geldi daralt, küçük geldi genişlet, kolu kıvır, paçayı aç, fermuarı değiştir… Olmadı kız… Kızınca, sinmesin içine; al bir çayla, az sohbetle gönlünü; sor halini hatırını, çoluğunu çocuğunu… Bırak etek, bluz, elbise, gömlek, palto, manto, kot, şort, mont, mayo, gecelik, sabahlık ne varsa Ersin’e; çık Demirdöğen Pasajı 28 numaradaki Doğuş Terzi’den; eti senin kemiği benim misali…
Sıra gelir Murat’a, uzak değil, komşu pasaja… En sevdiklerimi, en kıymetlilerimi paylaşırım Murat’la… Ayakkabılarımı… Burnu açık, arkası kapalı, arkası açık, burnu kapalı… Sandaletlerimi, topuklularımı, topuksuzlarımı, terliklerimi, tahtaları, derileri, güderileri, sporları, abiyeleri… Kadifeleri, satenleri, pembeleri, yeşilleri, babetleri… Yüzlerce çift tutkumu… Boyar, onarır, değiştirir, baştan yaratır Murat… Küçükse genişletir, büyükse, daraltır; bunları yaparken de lafı gediğine koyar: “Bunları satın alırken ayakların yanında yok muydu senin?” J Yılların eskitemediği Tunalı esnafı Murat beni bekler Cumartesileri, ben Seğmenler Pasajı 40 numaradaki Salmander’in boya, cila ve deriyle harmanlanmış ılık kokusunu…
Hızlı adımlarım karşı kaldırıma geçirir beni Tunalı Hilmi’de… Küçüçük, daracık Yetkin Çarşısı’na doğru yürürüm… Sol kolda minicik, mini minnacık bir dükkan… Öyle minik ki, 3 kişi aynı anda dükkana girse kapı kapanmaz; kapı kapansa, dışarı çıkılmaz. Zühtü Ağabey… Özbir Saat Evi… En eskilerinden Tunalı’nın… 1965’de gelmiş babası Tunalı’ya, başlamış antikacılığa… Hatırlarım ben babası Bahri Amcayı… Uğramaz yıllardır Tunalı’ya, öğrendim ki kaybetmişiz 2008’de. Bırakmadı Tunalı’yı Zühtü Ağabey; baba mesleğini değil ama baba mekanını seçti… Saatler bozuldu, o onardı… Kayışlar koptu, o değiştirdi… Çocuklar ağladı saatinin içine su kaçan, yüzlerini o güldürdü… Zühtü Ağabey, 2 yıl kadar önce bir beyin embolisi geçirdi… Bu kez kendi oğlu Murat geçti yerine, boş bırakmadı dükkanı, hiç kapanmadı ekmek kapısı ama gözler hep Zühtü Ağabeyi aradı… O olmasa da her Cumartesi uğradım dükkanına; girmeden önce dualar döküldü dudaklarımdan, kötü haberler duymayayım diye… Çıkarken şükürler fısıldadım Zühtü Ağabeyim yaşıyor diye… İşinin başında şimdi… Zaman yönetmeyi bilmeyen benim tüm zaman göstergelerim ona emanet… Pilleri, kayışları, su almışları, eskimişleri… Yetkin Çarşısı No 41’deki küçük dükkanın duvarında bir yazı: ‘Bozuk bir saat bile günde iki kez doğruyu gösterir…’ Benimse neden bilmem canla başla çalışan Zühtü Usta’ya veda ederken dilimde hep aynı nağme: “Trik trak trik trak olur mu hiç çalışmamak… Trik trak… ”
Çıkınca Yetkin Çarşısı’ndan hemen yandaki pasaja geçerim… Kimselerin fark etmediği, önünden geçip gittiği Ganioğlu Pasajı’na… Pasajın derinliklerine doğru yürür, sağ koldaki en son dükkandan girerim içeri… Sabun, kimyasal ve temizlik kokusu yayılır içime usul usul… Ta çocukluğuma gider, hatırlarım bu dükkanın Tunalı Hilmi Caddesi üzerinde olduğu yılları… Kuru temizlemecidir Orhan Ağabey. Öyle alışveriş merkezindekiler gibi iki saatte vermez kıyafetlerinizi, onlar gibi neyi nasıl temizleyeceğini bilmeyip kıyafetlerin etiketlerine bakmaz; bulamayıp da ‘sorumluluk bendedir’ diye imzalar attırmaz size… Der ki; “Biri sana ‘bu leke çıkmaz’ diyorsa, bil ki yalan söylüyordur, dünyada çıkmayacak leke yoktur!” Ustadır, dürüstür, namusludur, işinin ehlidir Orhan Ağabey… Eskimeyen, yaşlanmayan Tunalı figürüdür o… En eskisidir Tunalı’nın… Missuri Kuru Temizleme, 1952’den beri ceketlerin, eteklerin, pantolonların, gömleklerin, paltoların, takımların, kravatların Ganioğlu Pasajı’ndaki bekçisidir…
Hayatıma dokunan beş adam… Tahir… Ersin… Murat… Zühtü… Orhan…
Onlar Cumartesilerimdir benim, sohbettir, işine saygıdır.
Para kazanmanın ne zor olduğunu görmektir ama şükretmektir, şükretmeyi bilmektir.
O beş adam timsaldir… Doğruluğun, dürüstlüğün ve namusun timsali…
Ustadır. Çalışkandır.
Onlar anılarımdır benim. Çocukluğum, gençliğim ve kadınlığımdır.
Benim Ankaramdır. Benim Kavaklıderem, benim Tunalımdır…
Tam da karar vermişken, tam da veda edecekken Ankara’ya herkes gibi; aklıma ilk gelenlerdir.
“Onlarsız n’aparım ben?” diye ağladıklarımdır. Belki de uğruna Ankara’da kaldıklarımdır…
O beş adam, bırakamadıklarım, vazgeçemediklerimdir.
Esnaftır. Demli çaydır sohbete katık edilmiş. İkramdır.
Herkese hiç tereddütsüz tavsiye ettiklerimdir. Yüzümü kara çıkarmayanlardır.
Gönül rahatlığımdır… Üstüme bir şey döktüğümde “Nasılsa Orhan halleder”, kolyem koptuğunda “Tahir yapar”, çok istediğim bir ayakkabının numarasını bulamadığımda “Murat açar”, akşama lazım bir eteğin tadilata ihtiyacı olduğunda “Ersin yetiştirir”, mezuniyet hediyem saat durduğunda “Zühtü tamir eder” dediklerimdir.
Tüketici, yalnız ve sıkıcı alışveriş merkezi toplumunda ruha devadır. Sestir. Nefestir.
O beş adam… Tahir… Ersin… Murat… Zühtü… Orhan…
Misafiri olarak geldikleri Tunalı’nın ev sahipleridir artık.
Yüzü gülen, gönlü alçak, gözü tok adamlardır. Efendidir.
Kazık atmak, işi savsaklamak, sözünde durmamak nedir bilmeyendir. Sözdür. Sözünün eridir.
Müşterileri velinimettir.
O beş adam… Sağ kolumdur. Dostumdur.
Hayatıma dokunandır…
Bugün Cumartesi… Tunalı’da randevum var… Önce hayatıma dokunan beş adamla, sonra hayatımın merkezindeki diğer üçüyle… Aralarından biriyle tanışmak isterseniz twit atın yeter: @oturktan