Yakında 11 yıl sonra tekrar ziyaret edeceğim Bağdat kenti için, ilk kez gittiğimde not ettiklerimi onlarca yılın ardından hem bir anma yapalım hem de karşılaştırmalı bir okumaya altlık olarak paylaşacağım.
Güneli Gün’ün aynı adlı kitabında yer aldığı gibi artık yollarına düşmenin nostaljik zorlukları barındırdığı bir macera şehri.
Körfezde krizin patlak verdiği 1992 öncesinden beri mazlum bir şehir. Meşhur İran-Irak harbiyle beraber düşüşe geçmiş dünya şehirlerinden en çok anımsananı. Ne yazık ki akıllara gelen ilk görüntü ise soğuk bir 1992 gecesi gece görüş objektifinin yeşil, siyah ve beyaz tonlarında beliren ateş hatları. Göğe fırlayan havai fişek görüntülü cılız uçaksavar ateşiyle ağır hava bombardımanına cevap vermeye çalışan bir klasik başkent.
Şehre ulaşmak çok meşakkatli. Vizeler, özel davet mektupları, v.s…
Ürdün’ün başkenti Amman’dan kiraladığımız 8 silindirli GMC ile 11 saatlik bir karayolu yolculuğundan sonra Bağdat’a varabiliyoruz. Yol’un Amman Irak sınırı kesimi bizim devlet yolları gibi tek yol (geliş-gidiş) ama sınırı geçtikten sonraki (sınır geçişi apayrı bir macera konusu!) Bağdat’a bağlanan otoyol dünya standardında, dört geliş dört gidiş sekiz şerit ve kaplamayla yoldaki sanat yapıları birinci sınıf. Şoförümüz 4 yıl önce tamamlandığını söylüyor. Mısır’lı bir firma yapmış.
Şehrin banliyölerinden dalıyoruz. Selçuklu mimarisindekine benzemeyen, Adana’nın Yağ Camii gibi kübik formlarda minik camiler ve minareleri dikkatimizi çekiyor. Bir de toprak evler bize Mezopotamya’da olduğumuzu ve Harran’ın kuzeye düştüğünü anımsatıyor. Çok sık hurma ağaçlarına rastlanıyor şehrin dört bir yanında. Dicle şehrin içinden dev menderesler yaparak geçiyor. Devlet memurlarına ait lojmanların bulunduğu bir mahalle derhal göze çarpıyor. Saddam Hüseyin’den önce Alman mimarlara, Sümer mimarisiyle izdüşecek şekilde yaptırılmış. Kimlikli, kişilikli bir mahalle. Öğrendiğim kadarıyla orta düzey memurlar oturuyormuş. Üst düzeyler için Dicle nehri boyunca daha lüks ve konforlu evler yaptırılmış. Zıtlık yaratsın diye biraz ötede Rus danışmanlarca yaptırılmış başka bir apartmanlar bölgesini geziyoruz. Keskin hatları, çelik kalıbın keskin izleri ve derli toplu görüntüsüyle komünizm fikrinin yanlış temsiline bir örnek olarak duruyor.
Gelelim eski Bağdat’a. Şunu gururla söyleyelim ki Bağdat’a klasik ve seçkin o eski kimliğini veren eserlerin bir çoğunda Osmanlı imzası var. Yer yer Şii mezhebine özgü Tac Mahalvari masmavi boyalı kubbelere haiz camilere rastlanabiliyor ve halen nüfusun beşte birini teşkil eden hıristiyan Araplara ait Meryem Ana kiliselerine. Güzel bir dinler mozaği tablosunu, şık ama çevresi üçüncü dünya ülkesi manzaralı Sünni mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam’ın türbe ve camisi tamamlıyor. Kentin eski tahıl pazarı şimdilerle Çin’den İran aşırı gelen bilgisayar ve yan ürünlerinin satıldığı bir teknomarkete dönmüş. Koltuğunun altına mini tower kasayı alan buradaki oyun satan dükkanlarda. En çok Fifa 2001 satılıyor, bir de Flight Simulator. Bazı ‘patch’lerle Irak bayraklı savaş uçaklarıyla Amerikan, Fransız, İngiliz uçaklarını it dalaşında vuruyorlar. Fifa 2001’de Irak Milli Takımı’nı dünya şampiyonu yapıyorlar. İzole edilmiş sanılan bu insanlar teknolojiyi Pentium III hızıyla takip ediyorlar.
Gelelim yemeklere. Gelmeyelim, uzun sürer. Ama Dicle Nehri’nden avladıkları dev sazanları anlatmadan geçmeyeceğim. Bu yağlı balığı solungaç altından kuyruk yüzgecine derinlemesine bir kesikle; tas tamam bir yelpaze gibi açıyorlar ve odun ateşindeki bir ocağın etrafına şişlerle bir kasnak gibi gerip koyuyorlar. Kocca bir tepsiye koyup üzerine ikiye dilinmiş bir turunç bırakarak servis yapıyorlar. Çok yağlı olmakla beraber, turunç sıkılarak yağın keskinliği kırılıp yenebiliyor, çok lezzetli bir alabalık etiyle damağınız buluşuyor.
Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz demişler. Yazmakla bitiremediğimiz bu unutulmuş dünya başkenti iyi şeyleri hakediyor…
Yazarımız Ahmet Kutay’ın tüm sosyal ağlarına ulaşmak için tıklayın: http://ahmetkutay.kimdir.com/